Zorlukla yeşeren aşkın çiçekleri

Dedesi, Bağdat Kadısı, babası, padişah tarafından atanan Heyeti Ayan (Senato) üyesiydi. Çamlıca''da; dadılı, uşaklı, bahçıvanlı, muhteşem bir köşkte yaşayan, oturmasını kalkmasını, yabancı dilleri bilen, yakışıklı bir delikanlıydı.

​ Yükseköğrenimi için İskoçya''ya gönderildi. Londra''da bir partide gönlünü, güzeller güzeli İngiliz genç bir kadına kaptırdı. Genç kadın gülümsedikçe yüzünde güller açıyor, adeta etrafına ışık saçıyordu. Türk genci; lepiska sarı saçlı İngiliz kıza vurulmuş, aniden tutulmuştu.

Gözler her şeyi anlatır derler ya, belli ki, hisleri karşılıksız değildi. Mavi gözlerin sahibi; zarif birkaç kısa cümleden oluşan sohbet sırasında işareti vermiş, genç kadın her gün Hyde Park''ta at gezintisi yaptığını söylemişti. Ertesi gün Türk genci, sabahın​ köründe, soluğu Hyde Park''ta aldı.

Kısa bir; "Aaa ne tesadüf?" konuşmasından sonra birlikte at bindiler, yemek yediler, muhabbeti ilerlettiler. Adeta bir rüya gibiydi, ama bunun bir de rüyadan uyanması vardı...

Türk genci sonunda öğrenimini tamamladı. Artık yurda dönmesi gerekiyordu. İngiltere''de kalsa olmaz, kızı bıraksa hiç olmazdı. Pat diye, "Benimle evlenip, Türkiye''ye gelir misin?" teklifini yaptı. Genç kadın sevinç çığlığı attı, coşkuyla boynuna sarılıverdi. Ancak sonra geri ç​ekildi, boynu büküldü, olduğu yere çöktü; "Hayatta en çok istediğim şey bu, ama maalesef imkânsız!... Çünkü Jack var" dedi. Türk genci "Jack de kim?" diye merakla sordu.

Genç kadının ailesi tiyatrocuydu, oradan oraya turneyle dolaşan​ kumpanyaları vardı. Babası ölünce, annesi bir adamla Avustralya''ya kaçmış, kızını anneannesine emanet etmişti. Anneanne, ne yapsın? Torununu acilen baş-göz etmiş, talihsizlik işte, savaşa giden damat da, kim bilir hangi cephede ölmüştü. Damat geri dönmemiş, ardında, henüz 16 yaşında hamile bir dul​ bırakmıştı. Jack; kadının oğluydu.

Delikanlı dinledi, dinledi, önce sıkı sıkı sarıldı, sonra, "Hiç sorun değil, oğlumuzla birlikte Türkiye''ye gideriz" dedi. Sonunda Orient Express... Türk genci, İngiliz hanım ve Jack ver elini İstanbul.

Delikanlı; "Hiç sorun değil" demişti, ama sorun büyüktü. O sıralarda ''esir şehrin insanları''ydı İstanbul... Mustafa Kemal, Bandırma vapuruna binerken, İngiliz gelinin, İngiliz işgalindeki kâbusu başlıyordu. İşgal yıllarında, herkes herkese şüpheyle bakıp, memleketi satanları mimliyordu. Faytona binip, köşke geldiler. Delikanlının ailesinden; "Aman efendim hoş gelmişiniz, sefalar getirmişiniz" diye kucaklama beklenirken, daha ilk söz "Nerden bulup getirdin bu gâvuru?" oldu.

Memleket İngiliz süngüsü altında inim inim inlerken, İngiliz gelin, olacak iş değildi. Gençler aşklarına sığınıp, göğüs gerdiler. Sevdiği adam uğruna, kara çarşafa bile girdi İngiliz gelin, Müslüman oldu, Nadide adını aldı.

Kaderin cilvesi mi desek, ne desek... Mustafa Kemal, Bandırma vapuruna binerken İstanbul''a gelen bu genç kadının nüfus kâğıdına, doğum yeri olarak Bandırma yazıldı... Nüfus memuru doğum yerinin ''Londra'' olduğunu gördü. "Londra-Mondra olmaz, olsa olsa Bandırma''dır" diye nüfus kütüğüne ''Bandırma'' diye kaydetti!

Memleket kurtuldu, cumhuriyet kuruldu. Hariciye (Dışişleri)''ye giren delikanlı, Lozan''da İsmet İnönü''nün Özel Kalem Müdürü oldu. Ancak gençlerin peşini talihsizlik bırakmadı. Tam da bu sırada, yeni bir kanun çıktı: "Hariciyecilerin eşi ecnebi olamaz..." İnönü, pek beğendiği delikanlıya kıyamadı. "Resmî olarak boşan, birlikte yaşa, mesleğine devam et" dedi. Delikanlı, bu teklifi hakaret olarak kabul etti. "Benim için ailesini, memleketini, dinini terk eden eşime bunu yapamam, mesleğimden vazgeçerim, aşkımdan asla" dedi.

Bastı istifayı, ıvır zıvır işler yaparak, evini geçindirmeye çalıştı. O zamanlar memur değilsen, işin çok zordu. Geçim sıkıntısı yaşamaya başladılar. Önce eldeki avuçtaki bitti, sonra altınlar, gümüşler satıldı, ardından köşk gitti... Sonunda elde, avuçta bir şey kalmamıştı. Kiraya çıktılar, gecekonduya kadar düştüler. Çocukları olmuştu. Saracak bez yoktu. Çarşafları yırttılar. Bir eli yağda bir eli balda doğup büyüyen delikanlı, eşinin hiç sızlanmadan dimdik duruşunu gördükçe, yeniden âşık oluyordu, ancak kahrından alkole dadandı. Çalışamaz hale geldi. Gittikçe daha çok sefalete sürükleniyorlardı. Ancak hayatlarında eksilmeyen tek kavram almıştı: Mutluluk… Onlar her şeye rağmen mutluydular.

İngiliz anne, adı gibi, hakikaten Nadide''ydi... O kör kuruşa muhtaç hallerinde bile, hastaneden atılmış iki çocuklu bir kadına evini açtı, sokakta dilenen bir nineye kendi yatağını verdi, aylarca baktı, yıkadı, pakladı, komşuların fısır fısır dedikodusuna aldırmadan, kaçak olarak yaşayan, dara düşmüş bir Fransız''ı sofrasına oturttu, çocuklarına kuru ekmeği paylaşmayı öğretti.

Bir gün... İngiltere Elçiliği''nden görevliler geldi, nasıl duydularsa duymuşlardı. Nadide''ye "Çocuklarını al, İngiltere''ye dön, eğitimlerini üstlenelim, sosyal güvencen olsun" teklifini yaptılar...

Kapıdan kovdu! "Eşim Türk, çocuklarım Türk!.. Burada babalarının yanında yaşayacaklar, ben de onların yanında öleceğim!... Benim için hayatını feda eden eşimi, paraya değişmem" dedi. İki millet, iki devlet, iki din arasında perişan olmuşlardı, ama aşkları hâlâ ilk günkü gibiydi.

Üstelik... Cumhuriyet de sapasağlamdı. O dönemin Cumhuriyet''i, şimdiki gibi sadece parası olanlara değil, gariban ailelerin çocuklarına da fırsat​ eşitliği sağlıyordu. Okumaya niyetleri varsa, okutuyor, üniversiteyse üniversite, konservatuvarsa konservatuvar, yurt dışında eğitimse yurt dışıydı… yeteneğin önü alabildiğine açılıyordu.

Sonuna beklenen akıbet geldi; delikanlı öldü. Nadide; çetin günlerini yaşadığı İstanbul''da, kızının evinde zatürreden vefat etti.​ En çok kızına güvenir, en çok küçük oğlunu severdi. Bu koca yürekli kadının küllerinden doğan kızı, bütün "Türkiye''nin hayranlıkla ayakta alkışladığı" Yıldız Kenter, oğlu ise Müşfik Kenter olacaktı.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yazarın Diğer Yazıları